7 Temmuz 2011 Perşembe

Ayrılık vaktinin geldiğini ikimiz de biliyorduk. Evet. Artık bitiyordu. Biraz sonra kapıyı çekip dışarı çıkacak ve yeni bir hayata başlayacaktım. Belki “yeni bir hayat” deyip kendimi kandırıyordum. Hayatımda sadece sen olmayacaktın işte. Eskisi gibi devam edecektim yaşamaya. Umduğum gibi olmadı elbette.
O gün;
 İçimde yankılanan ayrılık cümleleri vardı. Susturmam imkansızdı. Dönüp arkama; ağlama sevgilim, sakın ağlama! Gözyaşların değmesin yanaklarına. Değmesin çünkü kıskanırım. Yanaklarından süzülüp dudaklarına inmesin çünkü dayanamam. Ellerin titremesin. Titrerse eğer deprem olur bedenimde. Boğazında düğümlenmesin sözcükler; düğümlenirse ben boğulurum demek istedim ama hiçbirisini diyemedim. Arkama dönüp sana bakarsam titreyen dudaklarını, yere düşmüş gözlerini görür ve dayanamam diye dönmedim. Tek kelime etmeden bir adım attım ve kapıdan dışarı çıktım. İşte o an anılar hücum etti benliğime. Tek tek sardılar her hücremi ve yaş olup akmaya başladılar gözlerimden. Hızla asonsöre bindim ve binadan çıktım. Seni özlüyordum. Dayanılmaz bir şekilde sana sarılmak için çırpınıyordum. İşte tam şuraydı seni ilk öptüğüm yer. Gözlerine bakıp aşkımı itiraf ettiğim yer. Hızla uzaklaştım oradan. Adımlarıma yön veremiyordum. Nereye gittiğimi bilmeden, neden ayrıldığımızı bilmeden yürümeye devam ettim. O kapıdan çıkınca hayatın eskisi gibi devam edeceğini düşünürken anılar, benliğimi sarmış ve beni, sana bağlamıştı. Ne kadar uzaklaşırsam o kadar yakınlaştığımı hissediyordum. Yolun ortasına oturup ağlamaya başlamıştım. Bütün bu yaptıklarıma engel olamıyordum. Bu gidişin bir dönüşü olmayacağını bilmek umutsuzluk denen o adi uçurumdan düşürüyordu beni. Yavaşça ayağa kalkıp yoluma devam etmeye çalışıyordum.Ruhum sana doğru hızla koşarken bedenim ters yöne çekiştiriyordu ruhumu.
  Ayrıldık. Tek bir kelimeydi beynimin içinde tekrar tekrar duyulan. Ayrıldık. Senden sonra eskisi gibi olacağını düşündüğüm hayatım fazlasıyla sensizleşti. Yeni bir ev tuttum kendime. Sadece iki oda. Pencerelerden biri apartman boşluğuna bakıyor. Derin, karanlık, paslı bir boşluk. Tıpkı içim gibi. İşte o pencerenin önünde bir sehpa var sadece. Üzerinde senin en sevdiğin çiçek.Tıpkı senin gibi. Güzel ve hüzünlü. Bakıp bakıp ağlayayım diye koydum oraya. Başarılı oldum ayrıca. Pencerelerin perdeleri hep kapalı.Hayatımı aydınlatan tek şey cılız bir mum ve yakında o da biter. Yemek yiyemiyorum artık. Arada bir ekmek alıp 2 hafta boyunca onunla idare ediyorum. Gerisi.. gerisi… neyse. Ben aslında sadece özledim.

10 Mayıs 2011 Salı

Ziyanı yok!

Neler hissettiğimi bilmeyecek kadar ayık değilim. Şimdilerde, içince hissediyorum çünkü.
 Kendimi, nerede kaybettim ve nerede yitirdim bilmiyorum. Sokaklarda bilinçsizce geziyorum; kendime geldiğimde bilmediğim bir sokakta, daha önce hiç oturmadığım bir kaldırımda oturuyor oluyorum. Elimde bir şişe. Şişenin içinde ben. Benim içimde sen.
 Gözlerimden süzülen şeylere yaş diyorlar. Bilmiyorlar damla damla akanın, avuçlarıma düşenin sen olduğunu. Bilmesinler, ziyanı yok!
Özlüyorum dememe gerek var mı bilmiyorum ama adını kendimde gördüğüm her an "özlüyorum, ah özlüyorum" diyorum. Özleyeyim, ziyanı yok!
 İçki diye seni içiyorum; seni içince kendime geliyorum. Bilincim yerine geliyor ve hatıralar canlanıyor teker teker: son gece, son öpücük, son sarılma ve son sıcaklık. Gelsinler, ziyanı yok!
Unutmuyorum hayır. Gözlerime nasıl baktığını, nasıl sarıldığını ve nasıl öptüğünü unutmuyorum. Unutmayayım, ziyanı yok.
 Hayat akıyormuş öyle diyorlar. Sence de akıyor mu hayat? Ayak uydurabildin mi sen? Hayat akıyormuş, aksın ziyanı yok!
Bir cümle bir yazıyı nasıl değiştiriyorsa bir adam hayatımı öyle değiştirdi diyorum kendime. Kelimelere sığınıyorum. Kelimeler sen. Sen ol, ziyanı yok!
 Kendimi kaybetmişim öyle diyorlar. Kendimi sende buluyorum aslında. Ben, sen oluyorum; sen ben oluyorsun. Karışalım, ziyanı yok!
 "Hiç mi sevmediniz!" diyorum. Boş boş bakıyorlar suratıma. Sahi... Hiç ama hiç sevmemiş olabilirler mi? Olsun.. Ziyanı yok!

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Rüyamdaki adam sordu

Rüyamda bir adam gördüm.Sordu;
- Ne zamandır yalnızsın farkında mısın?
Kalın ve ürkütücü bir sesti. Ak sakallı dede falan değildi kesinlikle. Öyle sevimli değildi -gerçi her ak sakallı dede sevimli midir bilmiyorum-  
 Uyandığımda havanın bunaltıcılığı altında nefes alamıyordum. Ayaklarımı saldım yatağın kenarından ve avucumun içiyle gözlerimi kaşıdım. Sahiden ne zamandır yalnızdım ben? Bunu yüzümü yıkadıktan sonra düşünmeye karar verdim ve soğuk mermerler üzerinde yürüyerek banyoya gittim. Yüzümü yıkayıp mutfağa gitmem gereken rutin hayatımda aynadaki bana bir baktım; gerçekten zavallı görünüyordu. İşin garibi iki kişiydim. Sabah uyanan birisi için bu kadar detaylı düşünceler ve çoğul kişilik konuşmaları fazla saçmaydı. Aynadaki bana bakan ben ve aynadaki zavallı ben yaklaşık 40 saniye bakıştı. Daha sonra soğuk suyu bir anda suratıma çarpmamla aynadaki zavallı benin bana gülmesi bir oldu. Oldum olası yüzümü yıkadıktan sonra kurulamayı sevmem. Yine kurulamadan çıktım banyodan ve rutine bağlamış o tatlı hayatımı değiştirmemek adına mutfağa gittim. Süt ve mısır gevreği ikilisine kendimi bıraktım ve televizyonu açtım. Televizyon ekranından bana bakıp bir şeyler söyleyen kadar ağzımdaki mısır gevreğinin sesini bastırmak için öyle büyük bir inatla bağırıyordu ki onun bu azmine hayran bakışlarım kendini gösterdi televizyon karşısında. Bir anda o kalın ve ürkütücü sesli adamın sorduğu soru geldi aklıma. Sahi... Bunu düşünecektim ben.. Yapacaklarımı hatta düşüneceklerimi bile sıraya bağlamış bir insanım ben. Bu durumda etrafımdaki insanların benden beklenti içine girmesine şaşıyorum. Düşünsenize hayatında her şeyi sıraya koymuş ve rutin bir insanın size ne gibi bir faydası olabilir. Tabi şimdiki konu o değildi. Ne zamandır yalnızdım?
 O adama içten içe hatta dıştan dışa kızmaya başladım. Nasıl oluyordu da rüyama kadar girip " ne zamandır yalnızsın? " diye sorabiliyordu. Üstelik beni" farkında mısın?" diyerek de suçluyordu. Kimdi? Niye bunu sormuştu? ve harbiden Ne kadar süredir yalnızdım?
 Bir keresinde salonda otururken; "gerçek yalnızlığı bilmeyenler korkmaz yalnızlıktan" demiştim. Ben biliyor muydum gerçek yalnızlığı. Biliyordum elbet. Yalnızlık; kalabalıklar içinde içinden konuşmaktı, gece başını yastığa koyunca gözlerimden dökülen yaştı, ördüğüm duvarlar, kurduğum tuzaklar, sokağın ortasında durup etrafıma bakmamdı. Çoğu insana göre yalnızlık; sevgilisizlik, eşsizlik, ailesizlik, işsizlikti... Oysa benim ailem, işim ve sevgilim vardı fakat bunların olmasına rağmen yalnızdım. Yani yalnızlık insansızlık değildi. İnsanlar ve uğraş içinde tek olmaktı. Rüyamdaki  adam "farkında mısın?" derken belki beni suçlamıyordu; bu aydınlanmayı yaşamamı sağlamaya çalıştı büyük bir ihtimalle. En azından ben öyle düşünerek onu daha samimi bir hale sokabilirim. Yalnızdım. Yalnızdık. Kalabalıklar arasında sessiz ve yalnızdık. Doğduğumdan beri yalnızdım ben. Ölümüme kadar ve hatta ölümümden sonra yalnız olucam ben.
  Dalgalara karşı duran yüzü donuk; rüzgârın vurduğu bedeniyse hafifçe sallanıyordu. Onu izlediğimin farkında değildi. Gözlerini bir noktaya odaklamış, dudaklarının içlerini kemiriyordu. Bakıyordu ama görmediği belliydi. Konuşsam onu bile duymayacaktı belki.
   Uğultunun bir anlık yükselmesiyle irkildi. Kafasını çevirmeden bir şeyler söyledi sonra. Gözlerinin buğusuna dalışım onu duymamı engellemişti. Sessizliğimi fark edip bana döndü. Bakışlarının üzerimde olması kendime gelmemi sağlamıştı. Tekrarladı:
- uyan artık.
- istemiyorum.
- gitmelisin. kendini kaybediyorsun günden güne.
- böyle mutluyum.
- öyle sanıyorsun. geri dön ve yaşa lütfen.
- …
- ben hep burada olacağım. şimdi git.
  Gözlerimi açtığımda boynumdan süzülen teri hissediyordum. Kalbim yerinde durmamak için inatlaşıyordu. Zorlukla gözlerimi kısıp seçtiğim kızıl rakamlar bacaklarıma vuran ışığın dışarıdan geldiğini gösteriyordu. Gün doğuyor ve ben senliğimden biraz daha uzaklaşıyordum. Kendime benden uzak bir dünya kurmuştum, içeriye giremiyordum. O dönüyor, yaşıyor, açıyor, soluyordu. Dokunamıyordum. Yapabileceğim bir şey yoktu. Kendi dünyama sadece yaşadığım dünyadan koptuğumda ulaşabiliyordum. Dünyamın misafiri oluyordum. Ve her seferinde yeni bir geceye, yeni bir ziyarete aç gündüzler geçiriyordum..
Böyle bir havada aşık olmalı insan. 
Gri, büyüsüyle düşmeli sokaklara.
Güneş, sadece yapraklara göstermeli yüzünü.
Minik rüzgarlar esmeli. Minik ve ürpertici.
Bir çay bahçesinin en köşesinde aşık olmalı insan.
Önce kaçamak bir gülümseyiş daha sonra aşk.
Önce bir gülümseyiş daha sonra aşk.
Böyle bir havada aşık olmalı insan.
Kalbi böyle atmalı; “yerimden çıkıyorum işte” diyerek.
Bir melodi olmalı arkada.
Herkesin duyduğu fakat kimsenin bilmediği bir melodi.
Olacaksa böyle olmalı aşk. 
Olunacaksa böyle bir havada olunmalı aşk.

1 Mayıs 2011 Pazar

Bir dönemi kapattım gözlerinde.
Şimdi her şey senden biz iz.
Şimdi her şey senden bir anı.
Şimdi zaman; yalnızlığı sen geçe.

30 Nisan 2011 Cumartesi

Önce haykıra haykıra ağlamayı öğrenirsin,sonra yastığa yüzünü bastırarak ağlamayı,sonra arkana döndüğünde sessizce ağlamayı,sonra hiç ağlamamayı öğrenirsin ki en kötü aşaması da budur. 

Artık her şey için daha da geçtir. Kaybettiklerini geri alman imkansızlaşır.